İran Kazerun Şehrin de Yaşamış İslam Alimleri

Yeni Haber Merkezi

CELÂLEDDÎN-İ DEVÂNÎ
İslâm âlimlerinin ve velîlerin büyüklerinden. İsmi Muhammed bin Es’ad es-Sıddîkî ed-Devânî, lakabı Celâleddîn’dir. Hazret-i Ebû Bekr-i Sıddîk’ın neslinden olduğu için kendisine Sıddîkî denildi. 1429 (H. 833) senesinde İran’ın Kâzerûn şehrinin Devân nahiyesinde doğdu. 1502 (H.908) senesi Kâzerûn’da vefât etti.

Celâleddîn-i Devânî ilk tahsilini Kâzerûn’daki Câmi-i Mürşid’de hadîs ilmi okutan babası Muhammed bin Sa’düddîn’den yaptı. Kendisinden sarf, nahiv, edebiyât, fıkıh, tefsir ilimlerini öğrendi. Sonra Şîrâz’a gidip Hüseyin Lârî, Hasan bin Bakkal, Seyyid Safiyyüddîn, Abdurrahmân Îcî, Ebü’l-Mecîd Abdullah bin Meymûn Kİrmânî, Rükneddîn Rûzbekânî, Ömer Şîrâzî ve Muhyîddîn Muhammed Ensârî KöŞknârî’den ilim ö?rendi. Devânî, yazmİŞ oldu?u Enmûzec-ül-Ulûm adlİ küçük ansiklopedik eserinde hocalarının isimlerini bildirmiştir.

Celâleddîn-i Devânî, zamânının din ve fen ilimlerini tamamlayıp icâzet, diploma aldıktan sonra, Karakoyunlu hükümdârı Cihân Şahın Tebrîz’de yaptırdığı Muzafferiyye Medresesinde müderris oldu. Sonraki yıllarda Akkoyunlu hükümdârı meşhûr Uzun Hasan’ın ülkesine giden Mevlânâ Celâleddîn-i Devânî, Şîrâz şehrindeki Medreset-ül-Eytâmda müderris oldu. Şîrâz’a yerleşti. Burada ilim ve irfan âşıklarına fen ve din ilimlerini okutarak, çok talebe yetiştirip fevkalâde hürmet ve saygı gördü. Şöhreti her yere yayıldı. Kendi memleketinin halkı ondan ilim öğrendiği gibi, Anadolu’dan, Mâverâünnehr bölgesinden, Horasan’dan nice ilim âşığı derslerine akın etti. Celâleddîn-i Devânî bir aralık Tebrîz’e gitti. Orada büyük âlim ve velî İbrâhim-i Gülşenî hazretlerinin sohbetine devâm ederek, tasavvufta da yetişti. Tesirli sözleri ve eserleriyle meşhûr oldu.

Celâleddîn-i Devânî çok konuşmanın zararlarını ve konuşma âdâbını şöyle anlatır:

“Fazla konuŞmamalİdİr. Zîrâ çok konuŞmak; zihin hafifli?i, akİl zayİflİ?İnİn alâmetidir. KiŞinin heybetini kİrar, îtibârİnİ düŞürür. Hazret-i ÂiŞe buyurur ki:

“Hiçbir sözü boş olmayan Resûlullah efendimiz, az, öz ve tâne tâne konuşurdu. Bir mecliste konuşsa, mübârek ağzından çıkan kelimeler sayılmak istense, sayılabilirdi.” Âlimler demişlerdir ki, lüzûmsuz çok konuşan bir kimseyi görürsen, bilki, aklı yoktur. Söyliyeceği sözü iyice düşünmeden dile getirmemeli, ağzından çıkarmamalıdır. Hikmet sâhibleri; “Önce düşün, sonra söyle.” demişlerdir. İhtiyaç, lüzûm olmadan konuşmamalıdır.

Konuşurken gülmemelidir. Mecliste birisi konuşurken, sözünü kesip araya girmemelidir. Bir kimsenin anlattığı bir şeyi bilse de, bildiğini belli etmeyip, o kimse sözünü tamamlamalıdır.

Başkasına sorulan bir suâle cevap vermemelidir. Onun da bulunduğu bir topluluğa sorulursa, başkalarından evvel davranıp, cevap vermede acele etmemelidir. Bir kimse cevap verirken, kendisinin daha iyi bildiğini anlarsa, o kimsenin bitirmesine kadar beklemeli, sonra cevap vermeli ve kendinden önce konuşanı ayıplamamalıdır.

Kendisine bir şey söylendiği zaman, söyliyenin sözü bitmeden, cevap vermeye başlamamalıdır. Yanında olan mubâhase, konuşma ve tartışmalarda kendisi yoksa, yâni onu ilgilendirmiyor veya onun karışması istenmiyorsa, karışmamalıdır. Ondan gizli konuşuyorlarsa, kulak vermemelidir.

Lüzûmsuz hareketlerden kaçınmalıdır. Meselâ sakalı ile saçı ile, diğer uzuvları veya elbisesi ile oynamamalıdır. Parmağını burnuna veya ağzına sokmamalı, parmaklarını çıtırdatmamalı, esnememeli, gerinmemeli, tükrüğünü, balgamını, sümüğünü de, sesini başkalarının duyacağı şekilde atmamalı ve kıbleye doğru tükürmemeli, sümkürmemelidir. Elini ve yüzünü eteğiyle, elbisenin kol ağzıyla, yeniyle silmemelidir.

Bir meclise gidince, kendinden aşağı olanların veya yüksek olanların yerlerine oturmamalıdır. Ama meclisin büyüğü o ise, istediği yerde oturabilir. Anlamadan bu yerlerden birinde oturmuşsa, hâtırına geldiği zaman münâsib yere gitmelidir. Orada boş yer yoksa, hiç sıkıntı ve derd etmeden geri dönmelidir.

İnsanların yanında uyumamalıdır. Sırt üstü hiç yatmamalıdır. Hele uyurken horlayan buna çok dikkat etmelidir. Çünkü bu şekilde yatmak horlamayı arttırır. Eğer bir mecliste, kalabalıkta uyku gelirse, mümkünse kalkıp gitmeli, değilse, bir hikâye, bir düşünce veya bir başka yolla def etmelidir. Oradakiler hep uyuyorsa, ya onlara uyup uyumalı, yâhut kalkıp gitmelidir.

Kısaca, öyle hareket etmelidir ki, kimse ondan nefret etmemeli ve ona acımamalıdır. Yâni acınacak hâle düşmemelidir. Bu âdetlerden biri ona ağır gelirse, bunları yapmadığı zaman doğacak zarar ve ayıplamanın, bunlara katlanmaktan ağır ve çirkin olduğunu aklından çıkarmamalıdır.

Celâleddîn-i Devânî hazretleri çocuk terbiyesine çok önem verilmesini sık sık anlatırdı. Bir seferinde buyurdular ki:

“Çocuk dünyâya gelince, yedinci günü ona isim koymalıdır. Düşünüp iyi bir isim koymalıdır. Çünkü rastgele bir isim konursa, ömür boyu ona sıkıntı verebilir. Bunun için çocuğa iyi isim koymaya dikkat etmek, çocuğun babası üzerindeki haklarındandır.

Süt emme zamânı bitince, terbiyesi ile meşgûl olmalı, kötü ahlâk ve huy edinmesine engel olmalıdır. Çünkü çocukların kâbiliyetleri kemâl üzeredir. Tabiatının meyli ise kötülükleredir. Çabuk bozulabilirler. Bunun için iyi ahlâklı olmasına dikkat etmeli ve bunda bir sıra gözetmelidir. Çocukta ilk görülen, göze çarpan duygu hayâdır. Hayânın çokluğu, fazîlete işârettir. Çocukta hayâ hasleti görünce, daha çok ihtimâm etmelidir.

İlk terbiye, çocuğu kötü arkadaşlardan men etmek, alıkoymaktır. Çünkü, çocukların rûhu temiz bir ayna gibidir. Karşısında olanı hemen tutar, alır. Bundan sonra İslâmın şartlarını, dînin emirlerini ve sünnetin edeblerini öğretmeli ve bu öğretme işine devâm etmelidir. Öğrenmek istemezse müsâmaha etmemeli, devâm etmelidir. Gerekirse, azarlamalıdır. Fakat yaşı ve kâbiliyeti de göz önünde bulundurmalıdır. Nitekim dînimizin hükmüne göre, yedi yaşında namazı öğretmeli, kıldırmalıdır. Eğer on yaşına gelir de kılmazsa, azarlamalı, hattâ dövmelidir. İyileri övmeli, kötüleri ayıplamalı ve böylece iyiliğe teşvik etmelidir. Kötülükten, çirkin işlerden men etmelidir. İyi bir iş yaparsa, onu övmeli, âferin demeli, kötü bir iş işlerse, ayıplayıp korkutmalıdır. Elden geldiği kadar açık sitem etmeli, yanlışlıkla yaptı, unutarak etti deyip, cür’etini arttırmamalıdır. Gizli bir şey yapmışsa, yüzüne vurmamalı, hayâ perdesini yırtmamalıdır. Tekrar yaparsa, yalnız bir yerde, onu tembih etmeli, azarlamalıdır. Yaptığı o işin, çok çirkin olduğunu söylemeli, bir daha yapmaması için korkutmalıdır. Sık sık azarlamamalıdır. Yoksa azarlamak, ayıplamak âdet hâline gelir. “İnsanlar yasaklara karşı meyilli ve harîs olurlar.” sözü gereğince, tekrar yapmaya koyulabilir. Bunun için iyi idâre etmelidir.

Çocuğun nazarında yemeyi, içmeyi, iyi elbise giymeyi önemsiz göstermeli, süslü elbiseler, renkli kumaşlar kadınların beğeneceği şeylerdir, erkekler böyle şeyleri sevmez demelidir. Hep yemeye, içmeye düşkün olmaması için uyarmalıdır.

Önce yemek yemenin edeplerini öğretmelidir. Yemek yemekten maksad, bedenin sıhhatini korumaktır, lezzet almak değildir demelidir. Yemek ve içmek ilâç gibidir, onunla açlık ve susuzluk giderilir demelidir. İlaç belli miktârda alındığı zaman faydalı olduğu gibi, yemek ve içmek de, açlığı ve susuzluğu giderecek kadar olursa faydalı olur demeli, çeşitli yemeklere alıştırmayıp, bir yemekle yetinmeye alıştırmalı, iştihâsını zabt ettirmeli, istediğini değil, bulduğunu yemeğe alıştırmalı, lezzet ve zevklere önem vermemesini öğretmelidir. Zaman zaman çocuğa kuru ekmek vermeli, zaman olur ki, ondan başka bir şey bulamadığı olur. Onun için öyle alıştırmalıdır. Bu edebler, zengin olmayanlar içindir. Zenginler yaparsa daha iyi olur. Eti normal yedirmelidir. Yemekten hemen sonra mümkünse su içirmemelidir.

Her ne kadar alkollü içkilerden sakınmak herkese lâzım ise de, çocuklara akıllarına göre anlatıp, men etmek husûsunda çok söylemeli, rûha da, bedene de çok zararlıdır demelidir. İnsanın, kızgınlığını, sinirini, hayâsızlığını arttırır ve bu hâller onda meleke, alışkanlık hâline gelir demeli, böyle kimselerle düşüp kalkmaktan, arkadaşlık etmekten kesin olarak men etmelidir.

Çirkin sözleri, dînimize uymayan sesleri dinlemekten men etmelidir. Vazîfelerini bitirmeden ve sıkıntı çekmeden yemeğini vermemelidir.

Kapalı ve gizli işlerden onu men ederek, kabahate karşı cesâretini kırmalıdır. Gündüz ve gece çok uyutmamalı, yumuşak elbiselere alıştırmamalı, yaya yürütmeli, bineğe binmesini öğretmeli, oturma, kalkma ve konuşmanın edeplerini anlatmalı, kadınlar gibi süslenmemesini, vakti gelmeyince yüzük takmamasını söylemelidir. Babasıyla ve dünyâ malı ile arkadaşlarına övünmekten men etmeli, yalan söylemekten sıkı men etmeli, doğru veya yalan yemin etmemesini tembih etmelidir. Çünkü yemin, herkes için kötü bir şeydir. Uygun olarak yapılırsa da mekrûhtur. Ancak din için faydalı olursa, câizdir. Büyüklerin yemin etmeye ihtiyâcı olsa da, çocukların hiç ihtiyâcı yoktur. Büyüklerin yanında susup oturmasını, sorulursa, kısa cevap vermesini öğretmeli, hep iyi konuşmayı âdet etmesini anlatmalıdır. Büyüklerin çocuklarına bu edebler daha çok lâzımdır.

İlim öğrenmeye çok teşvik etmelidir. Hoca dövse de, kayırmamalı, lüzumsuz yere çocuğu azarlamamalıdır. Dayağa ihtiyâc olursa, bir daha yapmaması için önce kuvvetli azarlamalıdır.

Çocuğu cömerdliğe alİŞtİrmalİ, mal ve mülkü gözünden düŞürmelidir. Çünkü para ve mal sevgisinin zararİ, zehirden çoktur. İmâm-İ Gazâlî hazretleri; “Yâ Rabbî, beni ve çocuklarİmİ putlara tapmaktan uzak tut!” meâlindeki İbrâhim sûresi: 35. âyetinin tefsîrinde buyuruyor ki: Putlardan murâd, altİn ve gümüŞtür. Yâni İbrâhim aleyhisselâm; “Beni ve çocuklarımı altına ve gümüşe tapmaktan, kalbimizi onlara bağlamaktan koru!” diye duâ ediyor. Çünkü bütün kötülüklerin menşei; parayı, dünyâyı sevmektir.

Boş zamanlarında çocuklara oyun oynamak için izin vermelidir. Ama sıkıntılı ve zor oyunlar ve kötülüğe sebep olacak alışkanlıkları veren oyunlardan sakındırmalıdır. Bu edebler herkes için iyidir. Gençler için ise, daha iyidir. Anlama yaşına gelince, ona dünyâ malından esas maksadın, sıhhati korumak olduğunu anlatmalı, dünyâyı âhirete sermâye yapmayı tembih edip, öğütlemelidir.

Eğer ilim sâhibi olacaksa, ilim tahsîli için gerekli terbiye verilmelidir. San’at sâhibi olacaksa, dînî vecîbeleri öğrenip yaptıktan sonra, o sanatla meşgûl etmelidir. Burada en iyisi, çocuğun tabiatine, yâni kâbiliyetine bakmalı, durumunu incelemeli, neye istidâdı olduğunu sezmeli, kâbiliyetinin hangi ilim ve sanata daha yatkİn oldu?unu anlayİp, o tahsîl ve sanata vermelidir. Zîrâ Peygamber efendimiz;”KiŞi ne için yaratİlmİŞsa, o iŞi ona kolaylaŞtİrİlİr.” buyurdular. Herkesin her sanata kâbiliyeti olmaz. Belki herkesin bir sanata istidâdİ olur. Bunun altİnda derin bir sİr vardır. Böyle olmasının sırrı, cemiyetlerin ayakta durması ve insanların düzenli, tertipli ve herbirinin ayrı işler görerek, birbirinin eksik taraflarını gidermesidir. Çünkü bir kimse bir sanata istidâtlı ise, küçük bir gayretle onu öğrenir. O işe istidâdı yoksa, ona boşuna emek verip, boşuna ömür tüketir. Eğer çocuğun bir sanata karşı kâbiliyeti yoksa, onu başka sanata vermelidir. Bunda da, çocuğun o işi yapamayacağını iyice anlamalıdır. Değilse ümitsizliğe, başarısızlığa kapılır. Bir sanatı öğrenince, geçimini ondan sağlamasını emretmelidir. Onun zevkini alıp daha iyi yapmaya çalışmalı ve o sanatın inceliklerini öğrenmeli, branşında ihtisâs yapmalıdır.

Çocuğa büyüklerin âdeti olan temiz, tayyib bir kazanç getirecek iş yaptırmalıdır. Baba veya anasından kendine ulaşana güvendirmemelidir. Çünkü babalarının malı, parası ile gururlanan, övünen zengin çocukları, sanat öğrenmekten mahrûm olmuşlar, durumları değişince de sıkıntıya düşmüşlerdir.

Çalışma, kazanma ve bir ev idâre etmeyi başardığında, onu evlendirmeli ve kazancını ayırıp, ona vermelidir.”

Celâleddîn-i Devânî hazretleri ömrünü ilme ve insanlara hizmetle geçirdi. Uzun Hasan’ın oğullarından Yâkub ve Murâd beyler zamânında, Fars bölgesi kâdısı oldu. Bu büyük âlimin bir aralık Hindistan’a gittiği ve oranın sultânı adına bâzı ilmî eserler yazdığı rivâyet edilmiştir. Celâleddîn-i Devânî hazretleri her ilimde söz sâhibi idi. Özellikle kelâm ve mantİk ilimlerine dâir yazdİ?İ eserleri ile pek meŞhûrdur. Eserleri, asİrlarca İslâm ülkelerindeki medreselerde ders kitabİ olarak okundu. Büyük İslâm âlimi İmâm-İ Rabbânî AhmedFârûkî Serhendî, Mektûbât kitabİnda bu büyük âlimin yüksek derecesini bildirmektedir.

İmâm-ı Rabbânî hazretleri: “…Mantığa dayanarak, akl ile, düşünce ile hâsıl olan îmâna gelince, bu yoldan îmân elde edilebilir. Fakat elde edenler pek azdır. Allahü teâlânın varlığını bu yoldan isbât etmekte, Mevlânâ Celâleddîn-i Devânî gibi biri daha bulunduğunu bilmiyoruz. Çünkü, hem muhakkıkdır ve hem de sonra gelenlerdendir ve bu yüksek varlığı isbât etmek için çok uğraşmıştır.” buyurmuştur.

Celâleddîn-i Devânî hazretleri pek çok eser yazdı. İstanbul kütüphânelerinde tesbit edilebilen eserlerinin sayısı otuz beşe ulaşmakta olup, bunlardan yirmi sekizi Arabca, diğerleri de Farsçadır. Farsça şiirler yazdığı, KAYNAKLARda ifâde edilmektedir. Bu eserlerin başlıcaları Şunlardİr: 1) Şerh-i Akâid-i Adûdiyye, 2) Ahlâk-İ Celâlî (Bu eserin asİl adİ Levâmi’ul-EŞrâk fî Mekârim-il-Ahlâk’dİr.). 3) Fâtiha ve Kâfirûn Sûrelerinin Tefsîri, 4) İsbât-ül-Vâcib (Risâle-i Kadîme), 5) Ef’âl-ül-İbâd, 6) Hakîkat-ün-Nefs, 7) Risâle-üt-Tevhîd, 8) Ta’rîfü İlm-il-Kelâm, 9) El-Es’ilet-üŞ-Şerîf-ül-Kur’âniyye, 10) Arznâme, 11) Ennümûzec-ül-Ulûm, 12) Erbeûn-es-Sultâniyye, 13) Şerh-i Rubâiyyât, 14) Şerh-ut-Tehzîb, 15) HâŞiyet-üt-Tasavvurât, 16) Heyâkil-ün-Nûr Şerhi, 17) Tehzîb-ül-Mantİk Şerhi, 18) Şâfiî mezhebi fİkİh bilgilerinde Fetevâ-i Envâr üzerine yaptİ?İ hâŞiye, 19) Tefsîr-i Kalâkİl (Kul ile başlayan 4 kısa sûrenin, Kâfirûn, İhlâs, Felak ve Nâs sûrelerinin tefsîridir.)

Celâleddîn-i Devânî hazretlerinin, Ahlâk-İ Celâlî adlİ ahlâk ile ilgili eseri Farsça olup, 1882 (H.1304) senesinde Hindistan’da sekizinci defâ basİlmİŞ ve İngilizceye de tercüme edilmiştir.

KERÂMET VE MENKÎBELERİ
YEMEK YEME ÂDÂBI
Yemek yeme âdâbıyla ilgili şöyle anlatır:

“Önce elini, a?zİnİ, burnunu yİkamalİdİr. Peygamber efendimiz buyurdu ki: “Yemekten önce elini yİkayan, fakirlikten kurtulur.”

İlk lokmayı alırken Besmele ile yemeğe başlamalı, yemeği bitirince “Elhamdülillah!” demelidir. Ev sâhibi ise, en önce yemeğe o başlamalıdır.

Elini, elbisesini, sofrayı, örtüyü kirletmemeli, elle yenilecek şeyleri üç parmakla yemeli, yerken ağzını açmamalı, büyük lokma almamalı, lokmayı ağzına alır almaz, çiğnemeden yutmamalı, normalden fazla da ağzında tutmamalıdır. Bir lokmayı yutmadan, ikinci bir lokmaya el uzatmamalı, dökülen kırıntıları toplamalıdır. Yemek esnâsında parmağını yalamamalıdır. Ama yemek bitince yalayabilir. Hattâ o zaman yalamak sünnettir.

Yemeğin rengine bakmamalı, yemeği koklamamalı, yemeğin hep birinden yiyip, diğerlerinden yememezlik etmemelidir.

Eğer sofrada iyi bir yemekten az bulunursa, diğerlerini bırakıp hep onu yememeli, diğer arkadaşlarını kendine tercih etmelidir.

Önünden yemelidir. Ancak meyve tabağının diğer tarafından da alınabilir. Ağzına götürmüş olduğu kemik ve benzeri şeyleri, ekmeğin ve sofranın üzerine koymamalı, eğer yediği et veya lokmadan kemik çıkarsa, yavaşca ağzından çıkarmalıdır. Yemek yerken tiksindirici hareketlerden, sözlerden, hikâyelerden sakınmalıdır. Ağzından çıkardığı bir şeyi kâseye, tabağa atmamalı, kısaca; öyle yemek yemelidir ki, tabağında yemek artsa, bir başkası tiksinmeden yiyebilmelidir. Misâfir ise, ev sâhibinden önce yememeli, ama başkaları yemeğe başlamışsa, onlara uyup yemelidir. Aç da olsa, buna riâyet etmelidir. Ama evinde ve mahremlerinin olduğu yerde hemen başlayabilir.

Ev sâhibi ise, misâfirler yemekten el çektikten sonra, yemekten el çekmelidir. Yavaş yavaş yemeli, eğer kimse yemeğe devâm etmiyorsa, yalnız kalıp, utancından bırakmamalıdır.

Yemek arasında su içmek îcâbederse, rahat ve yavaş içmelidir. Ağzının ve boğazının sesi su içerken duyulmamalıdır. Dili ile dişlerinin arasından aldıklarını yutmalı, ama kürdanla aldıklarını uygun bir yere atmalı insanları tiksindirmemelidir.

Ellerini yıkarken ve temizlerken, parmaklarını ve tırnak diplerini iyice yıkamalı, aynı şekilde dudaklarını, ağzını, dişlerini iyice temizlemeli, leğene tükürmemelidir. Ağzını yıkadığı suyu dökerken, eliyle örtmelidir. Yemek yemeden önce el yıkarken, başkalarından öne geçmeye çalışmamalıdır.”

KAYNAKLAR
1) Mektûbât (İmâm-ı Rabbânî); c.1, mektub, 272

2) Tam İlmihâl Seâdet-i Ebediyye; (48. Baskı) s.1046

3) Mu’cem-ül-Müellifîn; c.9, s.47

4) Ed-Dav-ül-Lâmi’; c.7, s.133

5) Şezerât-üz-Zeheb; c.8, s.160

6) En-Nûr-us-Safîr; s.123

7) El-A’lâm; c.6, s.32

8) Keşf-üz-Zünûn; s.39, 184, 195, 853, 877, 1141, 1905, 2047

9) Esmâ-ül-Müellifîn; c.1, s.54

10) Ahlâk-ı Celâlî; s.201, 206, 214, 217, 218, 220, 223, 228

11) Kâmûs-ul-A’lâm; c.3, s.1824

12) Rehber Ansiklopedisi; c.4, s.133

13) Fevâid-ül-Behiyye; s.89

14) Resâil-i Molla Celâl, Hamidiye No. 1438 vr. 131

15) Persian Literatüre; c.2, s.1277

16) Brockelman; Sup. 2, s.306

17) Menâkıb-ı İbrâhim Gülşenî; s.41-44

18) İslâm Âlimleri Ansiklopedisi; c.13, s.344

KÂZERÛNÎ
Çin, Hindistan, İran ve Anadolu’da İslâmiyetin yayılmasında büyük hizmeti geçen âlim ve mücâhid velî. İsmi İbrâhim bin Şehriyâr’dır. Annesinin ismi Bânuveyh bin Mehdî’dir. Ebû İshak künyesiyle ve Kâzerûnî nisbesiyle meşhûr olmuştur. 963 (H.352) senesi Ramazân-ı şerîf ayında Şîrâz civârındaki Kâzerûn kasabasında doğdu. 1034 (H. 426) senesinde Kâzerûn’da vefât etti.Kabri oradadır.

Mecûsî bir âileye mensûb olan Ebû İshak Kâzerûnî’nin babası sonradan hidâyete kavuşup müslüman olmakla şereflendi. Müslüman bir anne babadan dünyâya gelen Kâzerûnî’nin doğumundan îtibâren üstün halleri görülmeye başladı. Onun dünyâya geldiği gece doğduğu evden göğe doğru yükselen bir nûr görüldü. Bu nûr sütununun dalları etrâfı aydınlatıyordu.Annesi onu emzirmek istedi. Fakat Ramazan-ı şerîf ayı olduğu için emmedi. Bu hâli Ramazan ayı boyunca devâm etti. Gündüzleri annesini emmiyor, geceleri emiyordu. Ayrıca kardeşi emip karnını doyurmadan emmiyordu. Bu da onun büyük bir zât olacağının ilk işâretleriydi.

Ebû İshâk Kâzerûnî’nin, babası müslüman olduğu halde dedesi Mecûsî yâni ateşperest idi. Babası onun ilk olarak Kur’ân-ı kerîm öğrenmesini isteyince, dedesi; “Ona bir sanat öğretmek daha iyi olur.” diyerek mâni olmaya çalıştı. Küçük İbrâhim ise Kur’ân-ı kerîm okumak istiyordu. Anne, baba ve dedesiyle meseleyi konuştuktan sonra, dedesini râzı etti. Çünkü ilim tahsiline karşı şiddetli bir arzu duyuyordu. Çocuk yaşında ilim tahsiline başlayıp, Kur’ân-ı kerîm okumayı öğrendi. Okumaya gittiği sırada diğer çocuklardan daha gayretli olup derste hepsinden erken hazır bulunuyordu.

Kur’ân-ı kerîm okumayı ve temel dînî bilgileri öğrenip, diğer ilimleri tahsîl etmeye başlayacağı sırada büyük bir âlim bulup ondan ilim ve feyz almayı arzu etti.

Bunun için Ebû Abdullah Hafif’in derslerine devâm etti. Zâhirî ve bâtınî ilimleri tahsîl etti. Ayrıca Ebû Ali bin Hüseyin Fîrûzâbâdî el-Akkar, Ebü’l-Hasan Ali bin Cehdim Hemedânî ve başka âlimlerden çeşitli ilimleri tahsil etti. Hadîs âlimlerinden birçoğu ile görüştü. Şîraz, Basra, Mekke-i mükerreme ve Medîne-i münevveredeki âlimlerden hadîs-i şerîf rivâyet etti, velîlerin sohbetlerinde bulundu. Zâhirî ilimlerde derin âlim, bâtın (kalp) ilimlerinde de yüksek bir velî oldu.

Haram ve şüphelilerden sakınmakta, ince din bilgilerini çözmekte ve büyük âlimlerin eserlerini anlayıp îzah etmekte emsalsiz hâle geldi.

Nefsin isteklerini yapmamak, istemediklerini yapmak sûretiyle Allahü teâlânın rızâsına kavuşmaya çalıştı. Şefkat, merhamet, güzel ahlâk ve cömertlikte yüksek dereceye ulaştı. Zamânın sultanları onu çok sevip saydılar ve onun nasihatleriyle hareket etmeye çalıştılar. İlimdeki ve mârifetteki yüksek derecesi sebebiyle “Sultân-ül-Evliyâ” ve “Kutb-ül-Aktâb” ünvanlarıyla meşhûr oldu.

Kendisine hakâret edenlere, inkârcılık yapanlara elinden geldiğince hep tatlı söz, güler yüz gösterip hepsine hayır duâda bulundu. İyi-kötü herkese, güneş gibi ışıklarını yaydı. İyilik ve ihsânlarını kimseden esirgemezdi. Zayıf, güçsüz, yetim ve fakirlere elinden geldiğince yardım eder ve sığınak olur, görüp gözetirdi. Mübârek nefeslerinin bereketi bütün âlemi kuşattığından, Mekke-i mükerremeden Kirman’a kadar pekçok garip, seyyid ve derviş dergahına koşmuştu. Ebû İshakKâzerûnî hazretleri her hâliyle örnek bir müslümandı. Derdi, üzüntüsü olanlar onu görünce neşeyle dolar, gam ve kederleri silinir, zâlimler zulmünü terk ederdi. Günahkârların pekçoğu onu bir defâ görmekle tövbe-i nasûh ederlerdi. Gâyet sâde giyinir, halk içinde hep Hak teâlâ ile olurdu.

Cömert ve kerem sâhibi olan Kâzerûnî hazretleri, çok misâfirperverdi. Maddî yönden zayıf olduğunu bilen babası ona; “Sen fakirsin, gelen misâfirleri ağırlama gücüne sâhip değilsin, sonra bu işte acz içine düşmeyesin.” deyince, Kâzerûnî hazretleri cevap vermedi. Derken Ramazân-ı şerîf ayında bir misâfir topluluk geldi.Kâzerûnî’nin evinde bir şey yoktu. Akşam yaklaşmıştı. O anda biri içeri girdi. Ekmek, muz ve incir bulunan büyük bir çantayı bırakıp: “Bunu dervişlere ve misâfirlere ikrâm et.” dedi. Bu hâli gören babası oğluna dönerek; “Gücün yettiği kadar insanlara hizmet et. Zîrâ Hak teâlâ seni yalnız bırakmayacaktır.” dedi.

Ebû İshak Kâzerûnî, Kâzerûn’da dîn-i İslâma hizmet yolunda ve Ehl-i sünnet îtikâdının yayılmasında pekçok gayret sarf etti. O devirde Kâzerûn ve civârı, putperest ve ateşperest sapık müşriklerle doluydu. Müslümanlar azınlıktaydılar. Onun irşâd faâliyetleri netîcesinde Kâzerûn ve etrâf memleketlerde îmân nûru parlayıp müslümanlar çoğaldı. Her tarafta birçok vakıf müesseseleri kuruldu. Kâzerûnî’nin sohbetinde yetişen talebeleri, İslâm dîninin güzel ahlâkını yaymak için seferber oldular. Cihâd niyetiyle civâr beldelere dağıldılar. Kâzerûnî, talebelerinden ve sevdiklerinden bir ordu hazırladı. Kendisi de birçok gazâlara katılıp, ilâ-yı kelîmetullah, Allahü teâlânın dîninin yayılması yolunda, insanları küfür karanlıkları ve ebedî Cehennem azâbından kurtarmak için, ilim ve kılıçla cihâd etti. Az zaman sonra hidâyet nûruna kavuşanlar çoğaldı. Binlerce putperest, grup grup Kâzerûnî’nin huzûrunda îmâna geldi. Kendisi de Cumâ günleri toplanan orduya vâz ve nasîhatlerde bulunurdu. Onlara cihâd ve gazânın fazîletini anlatıp cihâda teşvik ederdi. Mücâhidler, bu vâzları sâyesinde aşka gelip, ihlâs ile kâfirler üzerine yürüyüp zaferler kazandılar. Bir çok ganîmet elde ettiler.

Kâzerûnî her yıl mücâhidleri bizzat teftiş ederek onların silâhlandırılması, giyim-kuşamı ile yakından meşgûl olurdu. Ordusu sefere gittiğinde kendisi mânevî başkumandan olarak devamlı duâ ederdi. Mücâhid ordusu, Hindistan ve Çin’e kadar gitti. Bir kısmı da Anadolu’ya gelerek Rumlarla cihâd etti. BöyleceAnadolu’da İslâmiyetin yayılmasına çalıştılar. Mücâhidler bir defâsında Rumlarla yapılan bir harpte zor durumda kalmışlardı. Hemen hocaları Şeyh Ebû İshâk Kâzerûnî’nin rûhâniyetinden yardım istediler. O sırada Kâzerûnî mescidde idi. Âniden kalkıp asâsını eline alarak dışarı çıktı. Askerin gittiği tarafa yönelip kayboldu. Tam bu esnâda mücâhidler, heybetli bir süvârinin düşman saflarını darmadağın ettiğini gördüler. Bu hâl, müslümanların kalblerine kuvvet verdi. Nihâyet hocalarının yardımıyla düşman kuşatmasından kurtuldular.

Kâzerûnî tekrar mescide döndüğünde, mescidde bulunanlar; “Efendim bu hâl nedir? Bir an mescidden çıkıp kayboldunuz.” diye sordular. “O saatteİslâm ordusu Rum diyârında esir düşmek üzereydi. Yardım istediler, yardıma gittim.” buyurdu.Mescidde bulunanlar bu vak’anın olduğu gün ve saati kaydettiler. Daha sonra İslâm ordusu kâfirlerle cihâddan dönünce bu hâli sordular. Onlar da; “Kâfirlerle savaşa başladığımızda biz az, düşman çok kalabalıktı. Çok kahramanlık ve cengâverlik göstermemize rağmen, bir yiğide yüz kâfir düşüyordu. Bir anda topluca hücûma geçip bizi çepeçevre kuşattılar. O anda hâtırımıza hocamız geldi ve yardım istedik. Hemen heybetli bir süvârinin düşman saflarını darmadağın ettiğini gördük. Kâfir ordusu kırılarak hezîmete uğradı. Böylece gâlib geldik. Ondan sonra o süvâri geldiği gibi kayboldu. dediler. Söyledikleri saat Kâzerûnî’nin kaybolduğu saatti.

Ebû İshâk Kâzerûnî’nin tâlim ve terbiyesinde yetişip cihâd için her tarafa dağılan mücâhidler, gittikleri yerlerde, limanlarda, dergâhlar ve ilim yuvaları inşâ ettiler. Bu faâliyet ve gayret, “Kâzerûniyye yolu” adı ile anılıp meşhûr oldu. Ebû İshâk Kâzerûnî ve talebeleri bilhassa vakfiyelerin inşâ ve inkişâfında (yapılıp yayılmasında) rehber oldular.

Kâzerûnî hazretlerinin birçok olgun talebeleri ve halifeleri vardı. Bunlar; Ebü’l-Hasan Ali bin Fadl, Ebü’l-Abbâs bin Fadl, Muhammed bin İbrâhim, Ebû Abdullah Muhammed bin Dehzûr Mayinî, Ebû Abdullah Muhammed bin Cüzeyn, Hüseyin Sagîr, Ebû Ali Hüseyin Kebir, Hasan bin Ali, Hasan bin Ferhan Kâzerûnî, Ebü’l-Kâsım Kefşen Kâzerûnî, Hasan bin Merdsad, Ahmet bin Firûz gibi âlim, faziletli, ârif ve velî-yi kâmil zatlardı. Bu talebeleri Hindistan, İran ve Anadolu’nun doğu bölgelerinin îmân ve hidâyet nûrlarıyla aydınlanmasına sebeb oldular.

Ebû İshâk Kâzerûnî, zengin müslümanları hayra teşvik edip, vakıfların yapılmasını sağladı. Çeşitli beldelerde yüzlerce dergâh, ribât, hânekâh yaptırdı. Buralarda muhtaçlara yemekler dağıtıldı. Bu ribât ve vakfiyelerde ilim ve edeb öğretildi, cihad rûhu aşılandı. Gerek sağlığında gerekse vefâtından sonra Müslüman hükümdârlar, Kâzerûniyye yolunu teşvik edip, çeşitli vakıflar yaptılar. Bilhassa; Bursa, Konya,Erzurum ve Şam gibi beldelerde zâviyeler çoğaldı. Sultan Yıldırım Bâyezîd Han da, Bursa’da Kalealtı (yâhut Tahtakale) denilen yer arkasında Ebû İshâk alemdârlarına mahsûs bir Zâviye-i âlî tahsîs etti. Vakfiyesinde; “Bunu Şeyh Ebû İshâk Kâzerûnî eshâbına âdet olduğu vechile, gelen misâfirlerin, mukîmlerin mümkün olduğu derecede îzâz ve ikrâmları hizmetlerinin îfâsı için vakfetti.” denilmektedir.

Gerek seferde gerek sulh zamânında insanlara vâz ve nasîhat ederek onların dünyâda ve âhirette saâdete, kurtuluşa ermesi için çalışan Kâzerûnî hazretleri talebelerine nasîhat ederek buyurdu ki:

“Ey kardeşlerim! Size dört nasîhatım vardır. Mutlaka tutunuz. Yerime kimi vekil kıldı isem ona hürmetkâr olup, itâat ediniz. Kur’ân-ı kerîm öğrenip, okumaya devâm ederek emir ve yasaklarını gözetiniz. Bir misâfir geldiğinde evinizde ağırlayıp, hemen ne var ise hazırlayıp ikrâm ve hizmet ediniz. Birbirinizle dost olunuz. Birbirinizle muhabbetli olunuz. Sakın düşmanlık edip nifâka sürüklenmeyiniz. Birbirinizden uzak düşer parçalanırsınız.”

“Bu iki parmağımın yanyana durması gibi îmân ve muhabbet birliktedir. Allahü teâlânın rızâsı için her ikisi de mutlaka lâzımdır. Muhabbetin şartlarına son derece dikkat ediniz. Din kardeşlerinizi seviniz. Yakındayken de, gıyâbında da seviniz, sevişiniz.”

“Alahü teâlânın emirlerini yerine getirip yasaklarından sakınmayı ganîmet biliniz.”

“Şu üç grup insan aslâ iflâh olmaz, salâh ve seâdete kavuşamaz: Allahü teâlânın kendisine bahşettiği nîmetleri onun lâyık kullarından esirgeyip cimrilik yapanlar. Hak teâlâya ibâdet edip de sonra bundan şikâyet edenler. Bunlar; “Eğer benim ibâdetimin Hak teâlâ indinde değeri olsaydı ve kabûl görseydi, ben bu dünyâda berhüdâr olur, murâdıma ererdim.” diye düşünüp üzülenler ve bu yüzden mahrum kalanlardır. Üçüncüsü ise, tembellik ve gevşeklikleri yüzünden ibâdet, hizmet ve tâatten zevk alamazlar, bu sebeble bunları tam yapamaz, yerine getiremezler.”

“Her kim nefis kuşunun etini severse, yâni nefsine düşkün olursa, onun gönlü gayb âlemi fezâlarına aslâ yükselemez ve yüce alemlerde uçmaktan mahrûm kalır.”

“Faydalı veya zararlı olan altın veya gümüş değil, bunların kullanış ve sarf ediliş şekilleridir. Helâl kazanıp helâl yere sarfediniz.”

“İki lirayİ gözlerinize koyun, gözleriniz dİŞarİyİ göremez olur. Peki ya binlerce lira ve parayİ kalbine koyan, bunlara muhabbet edenin hâli nice olur.”

Ebû İshak Kâzerûnî hazretleri gençliğinde hep oruç tutar, sâdece ekmekle iftâr ederdi.Nefsinin isteklerine karşı çıkardı. Önceleri arasıra et yerdi.Sonra et yemeyi terk etti. Buna sebep şu hâdise oldu:

Kâzerûnî hazretleri hac yolculuğu sırasında Basra’ya geldi. Orada tasavvuf ehlinden bir toplulukla karşılaştı. Onların toplantısına katıldı. Ziyâfet verildi. Bu arada sofraya et getirildi.Sofrada bulunanlar eti yediği halde Kâzerûnî hazretleri yemedi. Hac ibâdetini edâ edip geri memleketine döndükten sonra bir gün canı et yemek istedi. Bir parça pişmiş eti alıp tam yiyeceği sırada kendi kendine “Ey nefsim! Ey İbrâhim! O zaman insanlar arasında ziyâfette et yemedin ve onlara gösteriş yapmış oldun. Şimdi onların arasında değil de yalnız başınasın ve et yemeye hazırlanıyorsun. Açıktan yapmadığın bir şeyi gizlice yapıyorsun. Sana yazıklar olsun.” dedi. Elini hemen etten çekti. Allahü teâlâya artık et yemeyeceğim diye söz verdi. O günden sonra ağzına et koymadı.

Kâzerûnî hazretleri insanlara İslâmiyetin emir ve yasaklarını anlattıktan ve Allah yolunda cihâd ettikten sonraki zamanlarını insanlardan uzak olarak ibâdet ve tâatla geçirirdi. Bu hususta da şöyle buyururdu: “Çok zarûrî bir işiniz olmadıkça, evinizden dışarı çıkmayınız. Yoldan, çarşıdan, kalabalıktan ve dünyâ erbâbı olan kimselerin yakınından geçmeyiniz. Onları görünce, kalbiniz belki meyledip, Allahü teâlâyı anmaktan mahrum kalır.”

Ebû İshak Kâzerûnî hazretleri bir gün talebelerine ve sevenlerine buyurdu ki: “Siz kendi evinizde ve arkadaşlarınızın evinde bulunduğunuz zaman önünüze yemek veya yiyecek bir şey getirilirse yalnız yemeyiniz.” Orada bulunanlardan birisi şöyle anlattı: “Ben her Cumâ günü namazdan sonra hocamın hizmetini görür, sonra izin alır, annemin yanına giderdim. Bir Cuma günü yine aynı şekilde yaptım. Cumâ namazından sonra hocamdan izin alıp annemi ziyârete gittim. Eve varıp hürmetle annemin ellerini öptüm, duâsını alıp oturdum. Annem gidip biraz hurma getirdi ve önüme koydu. Yememi söyledi. Ben yemedim. Annem çok ısrar etti.”

“Şunu senin için saklamıştım.” dedi. Annemin bu ısrarı üzerine hocamın bize olan nasîhatlerini anlattım. Annem; “Oğlum. Benim hatırım için şu birkaç hurmayı yiyiver. Senin hocan bunu nereden bilecek.” dedi. Annemin ısrarına dayanamayıp bir tâne hurma yedim. Fakat kalbime bir sıkıntı çöktü. Bir müddet sonra annemden izin alıp hocamın huzûruna döndüm. Selâm verdim. Hocam Kâzerûnî selâmımı aldıktan sonra; “Annenin yanında bulunduğun sırada neler yaptın ve ne yedin?” diye sordu. Ben sessiz kaldım. Hocam devam ederek yüzüme baktı ve; “Orada bir hurma yedin.” buyurdu. Hocamın bu sözü üzerine içimi öyle bir heybet ve korku kapladı ki, târif edemem. O günden sonra hiçbir hâlimin, işimin ve sözümün hocama gizli olmadığına ve her şeyimizi ânında görmekte olduklarına olan yakînim arttı. O hatâmdan dolayı tövbe ve istiğfâr ettim. O andan îtibâren arkadaşlarımdan ayrı hiçbir şey yemedim.

Ebû İshak Kâzerûnî hazretlerinin zamânındaBasra’da Yahyâ bin Hasan adında, bir mescid imâmı vardı. Şeyh Kâzerûnî hazretlerinin oturduğu beldeye geldi.Sabah namazı vaktiydi. Kâzerûnî hazretlerinin mescidine girdi. Kâzerûnî hazretleri imâm olmuş namaz kıldırıyordu. Yahyâ bin Hasan da ona uyarak namaza durdu. Kâzerûnî, okuduğu uzun bir sûrede bir âyeti unutarak okumadı. Bunu fark eden Yahyâ bin Hasan kendi kendine; “Yazıklar olsun bana. Buraya kadar boşuna yorulmuşum. Tâ Basra’dan buraya bu adamı ziyârete geldim. Halbuki o namazda okuduğu sûreyi yanlış okuyor. Kur’ân-ı kerîmi doğru okuyamayan kimsenin ne fazileti olabilir? Buraya geldiğime pişman oldum.” diye düşündü. Şeyh Kâzerûnî hazretleri namazdan ve duâdan sonra o kimseyi yanına çağırdı ve buyurdu ki: “Gördüğünüz gibi bizler hatâ işleyip duruyoruz. Âdemoğluyuz. Âdemoğlu unutkanlıktan kurtulamaz.” buyurdu. Yahya bin Hasan ismindeki kimse Kâzerûnî hazretlerinin kerâmet olarak, namazda iken kendi kalbinden geçenleri bildiğini anladı. Düşündüklerine tövbe edip özür diledi.

Zamânın devlet adamlarından Ebü’l-Fadl Büveyh-i Deylemî bir gün Ebû İshak Kâzerûnî hazretlerini ziyârete gitti. Görüşme esnâsında Şeyh hazretleri ona dönüp; “Şarabı içmekten vazgeçip tövbe et.” diye nasîhat etti.Ebü’l-Fadl; “İmkânı yok efendim. Ben şarab içmeyi bırakamam. Çünkü ben, hükümdârımız Fahrü’l-Mülk’ün en yakını, nedîmiyim. Onunla iyi görüşürüm. Oturup beraber şarab içeriz. Benim şarabı bırakmama vezirler râzı olmazlar. Buna gücüm yetmez.” dedi. Kâzerûnî hazretleri buyurdu ki: “Sen şarab içmekten vazgeçip, benim yanımda tövbe et. Hükümdarın ve vezirlerin yanına vardığın zaman, ziyâfette içki verdiklerinde hemen bizi hatırla.”Ebü’l-Fadl, Şeyh hazretlerinin sözünü dinleyip içki içmekten vaz geçti ve geçmişteki günahlarına da onun huzûrunda tövbe etti.

Aradan bir müddet geçtikten sonra hükümdar Fahrü’l-Mülk ziyâfet tertipletip devlet ileri gelenleriyle birlikte Ebü’l-Fadl’ı da dâvet etti. Ziyafette şarap dağıtılacak, çalgılar çalınıp eğlence yapılacaktı. Ebü’l-Fadl olacakları ve fitneden nasıl kurtulacağını düşündü. Ziyâfet için gerekli hazırlıklar yapıldı, eğlence ve ziyâfet başladı. Vezirlerden birisi Ebü’l-Fadl’a da şarab getirdi ve içmesi için zorladı. Ebü’l-Fadl o anda Kâzerûnî hazretlerinin sözlerini hatırladı. Onun rûhâniyetine sığınıp; “Efendim himmet buyurup beni bu fitneden kurtarın.” diye yalvardı. Ebü’l-Fadl büyük bir endişe içinde beklediği sırada içeriye büyük bir kedi atıldı. Sürâhi ve bardakların ortasından sıçrayıp bir çırpıda hepsini devirip, yıktı. Sürâhi ve bardaklarda bulunan şarap yere döküldü.Sofradaki yiyecekler de döküldü. Oradakilerden kimse kediye mâni olamadılar ve şaşkın şaşkın bakakaldılar.

Kâzerûnî hazretlerinin kerâmetini gören Ebü’l-Fadl, olanlar karşısında ağlamaya başladı. Fahrü’l-Mülk, Ebü’l-Fadl’a dönüp; “Neden ağlıyorsun?” diye sordu. Ebü’l-Fadl olanların iç yüzünü anlattı. Kâzerûnî hazretlerinin kendisine tövbe ettirdiğini söyledi. Fahrü’l-Mülk ona; “Serbestsin istersen gidebilirsin, tövbeni bozma. Bizim hâlimizi bize bırak.” dedi. Orada bulunanlar da durumu öğrenip Kâzerûnî hazretlerinin kerâmetine şâhid oldular.

Ömrünü İslâmiyetin emir ve yasaklarını öğrenmek, öğretmekle geçiren, ilim, fazîlet ve güzel ahlâk sâhibi bir zât olan Kâzerûnî hazretleri, vefâtından önce şu vasiyette bulundu:

“…Kıymetli yavrum! Sana yaptığım bu vasiyete sıkı sarılıp onunla amel edesin. Böylece Allah yolunda muvaffak olup saîdlerden ve reşîdlerden olasın.

Sana birinci vasiyetim, din ilimlerini, ilmihâlini iyi öğrenip, bunu dâimâ arttırmandır. Çünkü tarîkat ve hakîkat ehli olsun kim olursa olsun herkes bu ilme muhtaçtır. Tabii din bilgilerini Ehl-i sünnet âlimlerinden ve eserlerinden öğrenmek insanın derece ve kıymetini artırır.

Tasavvuf ilmini öğrenmek yâni kalbini temizlemek, kötü huylardan kurtulmak içindir. Allahü teâlâ Peygamberimize (sallallahü aleyhi ve sellem) Kur’ân-ı kerîmde; “Yâ Rabbî! İlmimi artır.” diye duâ buyurmasını emretti. Fıkıh ilmini öğrenmeyi ve bu ilmin dünyâ ve âhiret saâdetine vesîle olacağını bildirdi.

Fıkıh ilmini ve ilmihâlini öğrendikten sonra bütün işlerini, ibâdetlerini buna uygun yapmalısın. İlim ile dünyâlık elde etmekten uzak dur. Resûlullah efendimiz buyurdu ki: “Her kim âhiret amelleri ile dünyâlİk taleb ederse, o kimsenin bu amellerden âhirette hiç nasîbi yoktur, fayda ve bereketini göremez. Yüzünün nûru gider, onu saîdler, cennetlikler zümresinden yazmazlar, adİnİ cehennemlikler arasİna yazarlar.” Übey bin Kâ’b’İn (radİyallahü anh) rivâyet etti?i hadîs-i Şerîfte buyruldu ki: “Bu ümmetten olup da âhiret iŞlerini dünyâ iŞlerine tercih edenlere müjdeler olsun. Onlar yüce insanlardİr. Allahü teâlânİn yardİmİna kavuŞmuŞlardİr. Dünyâyİ âhirete tercih edenlere ise âhirette hiç nasîb yoktur.”

Abdullah bin Mübârek’e; “Selef-i sâlihîn kimdir?” diye sorduklarında; “Dîni için dünyâdan yüz çevirenlerdir.” buyurdu. İşte bu hâle erdikten sonra, dâimâ takvâ üzere olman Allahü teâlâdan korkman lâzımdır. Böylece Allahü teâlânın sevgili kullarından olabilirsin. İnsanların yanında azîz ve kıymetli olursun. Açık ve gizli iken Allahü teâlâdan korkup, içini ve dışını edeplendiren kimse, Hak teâlânın rızâsını kazanmış olur. Evliyâ ve seçilmişler zümresine katılmış olur. Çünkü Allahü teâlâ Kur’ân-ı kerîmde üstünlüğün ancak takvâ ile, evliyânın da ancak müttakî yâni Allahü teâlâdan korkan kimseler, olduğunu beyân buyurmuştur.

Bunu Allahü teâlânın yardım ve inâyeti ile başardıktan sonra, senin için en mühim vazîfe helal kazanç ve helal lokma taleb etmektir. Yedi?in, içti?in, kullandİ?İn her Şey mutlak helalden olmalİdİr. Allahü teâlâ peygamberlerine meâlen; “Helâl ve tayyib olanlarİ yiyiniz ve sâlih ameller iŞleyiniz.” buyuruyor. Buradan anlaşılıyor ki helâl yemedikçe, sâlih ameller işlenemez. Demek ki, helâl yemek, helâl kazanç sâlih amel işlemekten önce gelmektedir. Çünkü helâl lokma ve helâl kazanç, sâlih amellerin yapılabilmesi için birinci şarttır.

Bunda da başarılı isen, gösterişten ve süslü giyinmekten kaçınman gerekir. Hazret-i Ömer; “Benim atımı süslemeyiniz. Ona binince gönlüm perdeleniyor.” buyurdu. Hasan-ı Basrî hazretlerine; “Hangi elbiseyi seversiniz?” diye sordular. Cevâbında; “Ey zavallı!Eğer iyilik elbisede, iyi giyinmekle olsaydı, fâsıklar ve günahkârlar Hak teâlâ indinde sâlih kimselerden kıymetli olurdu. Sözün doğrusu şudur ki, Allahü teâlâ Cemîl’dir, tâatın ve yaşayışın güzelini yâni İslâmiyete uygun olanını sever, bunlardan râzı olur.” buyurdu.

Bunda da muvaffak olursan, sana lâzım olan şey kanâatkâr olmaktır. Bir günlük azık ile yetinmelisin. Çok yemek, şehvetleriyle meşgûl olmak ve her bulduğunu yemek kötülenmiştir. Bunlar insanı Allahü teâlâdan uzaklaştırır.

Bunda muvaffak olduğun zaman, sana düşen vazîfe, Allah adamlarıya, dervişlerle, sâlih kimselerle sohbet edip doğru kimselerle bulunmaktır. Allahü teâlâ Kur’ân-ı kerîmde meâlen; “Ey îmân edenler! Allahü teâlâdan korkunuz ve sâdİklarla bulununuz.” buyurdu. Çünkü Allahü teâlâya yaklaŞmak, O’nun sevgili kullarİndan olmak, ancak sâlihler ve sâdİklarla sohbet etmekle, onlarla bulunmakla ele geçer. Allah adamlarİnİn sohbeti bereketiyle takvâ, zühd, tâat, ibâdet, huzûr ve kalp toplulu?u, Allahü teâlâ ile ünsiyet ve yakİnlİk halleri hâsİl olur. Onlarİn sohbetinde bulunarak bu mânevî nîmetlere kavuŞanlar, Allah için sâlihler, sâdİklar ve müttakîler ile bulunanlar dünyâda Allahü teâlânİn himâyesinde ve âfiyet üzeredirler. Yâni günahlardan uzaktİrlar. Âhirette de oraya mahsus nîmet ve ihsânlara kavuŞurlar. Âhiretin dehŞetli ve korkulu hallerinden korunurlar. Peygamber efendimiz; “Kim Şeref ve izzet sâhibi olmak istiyorsa, zâhidler ve Allah adamlarİ ile bulunsun, Allah için âlimler ve salihler meclisinde otursun. Hakîkî âlimler Allahü teâlâyİ âriftirler, onu tanİrlar, O’na kulluk vazîfelerini tam olarak yerine getirirler, aslâ nefislerinin isteklerine uymazlar. Onlar öyle kİymetlidirler ki, Allahü teâlâ onlarİ insanlar arasİndan seçip ayİrmİŞ, yüceltmiŞtir.”

Büyüklerden birisi buyurdu ki: “Allahü teâlâ bir kuluna iyilik yapmak murâd ederse, onu Allah adamlarıyla karşılaştırır ve onlarla sohbet etmeye muvaffak kılar. Böylece saâdet yoluna kavuşup Allahü teâlânın râzı olduğu ahlâk ve hallere kavuşur.” Bütün anlatılanlar sebebiyle dâimâ sâlihlerin sohbetinde olmalısın. Fakirler ile bulunmalısın. Dünyâ ehlinden ve dünyânın arkasından koşanlardan uzak durmalısın. Çünkü dünyâ ehli ile bulunmak, onların yaptığı işleri sevmeye sürükler. Bu ise âhirette hüsrâna sebeb olur.

Zâlimlerden ve bunlara yakın kimselerden uzak dur. Her kim bunlara meylederse, âlim ve fazîletli bile olsa, sâlihler ve Allah adamları yanında kıymetli olmaz. Peygamber efendimiz sallallahü aleyhi ve sellem buyurdu ki: “Şu üç Şeyi yapanlar cürüm iŞlemiŞ olur. İki topluluk arasİnda bozgunculuk yapİp, fitne çİkaranlar; ana-babasİna âsî olanlar; zâlimlerle dostluk kurup, onlarİn zulmüne yardİmcİ olanlar.” ve yine; “Allahü teâlâ buyuruyor ki: “Ben âlemlerin Rabbiyim. İzzet ve celâlim hakkİ için zâlimlerden intikam alİrİm. Bir kimse bir zâlimin elinde bir mazlûmun zulme u?radİ?İnİ görse, buna mâni olmaya gücü yetip de, o mazlûma yardİm etmezse, ondan intikam alİrİm.” buyurdular.

Sultanlar ve devlet adamlarıyla birlikte bulunmaktan sakın. Onların adamlarına da yaklaşma ki, yabancı kadınları görmüş olmayasın. Cenâb-ı Hak Kur’ân-ı kerîmde mümin erkeklere ve mümin kadınlara, nâmahreme bakmamalarını, muhakkak gözlerini haramdan korumalarİnİ emir buyurdu. Resûlullah efendimiz de sallallahü aleyhi ve sellem buyurdu ki: “Yabancİ kadİnlara bakmak, Şeytanİn oklarİndan bir oktur. Kim bundan sakİnİrsa, Allahü teâlâ ona ibâdetin tad ve lezzetini tattİrİr. O da bundan mesûd olur.”

Sevgili yavrum! Bid’at sâhiplerinin sohbetinden, onlarla bulunmaktan sakın. Onlarla oturup münâkaşa ve mücâdeleye girişme. Allahü teâlâ Kur’ân-ı kerîminde bunu yasaklamıştır. Resûlullah efendimiz de; “Bir kimse haklİ bile olsa, dinde münâkaŞa ve husûmeti terk etmedikçe îmânİn hakîkatine eremez.” buyurdu.

Her hâlinde iyi huylu olmaya dikkat et. Rıfk ve yumuşaklık tevâzû ve alçak gönüllülük bir de tahammül senin mayan olmalıdır. Affedici, kerem sâhibi, cömert, hoşgörülü ol. Bunun için de Resûlullah’ın sallallahü aleyhi ve sellem yüksek ahlâkı ile ahlâklan.

Bir vasiyetim de şudur; Din kardeşlerine kolaylık göster, onlara yardımcı ol. Her sabah onlar ile toplanıp Kur’ân-ı kerîm oku. Her nerede Kur’ân-İ kerîm okunursa, oraya hayİr ve bereket ya?ar. Nitekim Peygamber efendimiz buyurdu ki: “Herhangi uygun bir yerde Allahü teâlânİn kitabİ okunursa, melekler oraya gelip, okuyana yardİm ederler. Oraya Allahü teâlânİn rahmeti ya?ar. Allahü teâlâ Kur’ân-İ kerîm okuyanİ, melekleri, peygamberleri, Şehîdleri ve müminleri ile yâd eder. O kuluna rahmet ve ma?firet eder.” ve yine; “Benim ümmetimin Şereflileri, Kur’ân-İ kerîmi okuyanlar ve gece namazİ kİlanlardİr.” buyurdular.

Bir vasiyetim de şudur ki, dostlarını ve talebelerini mezarlığa Kur’ân-ı kerîmi para ile okumaları için gönderme. Çünkü bu mürüvvete sığmaz. Peygamber efendimiz buyurdu ki: “Her kim insanlardan dünyâlİk ele geçirmek için Kur’ân-İ kerîm okursa, kİyâmet gününde, yüzünde sİrf kemik olarak yâni yüzü etsiz olarak getirilir.”

Din kardeşlerine, arkadaşlarına yedirip içirirken, sakın israfa kaçma. Seni muhtaç bırakacak şekilde masrafa girme.

Sevgili yavrum! Bir de şu fazîletli ibâdete devâm etmeni vasiyet ederim. Bunu, sevgili Peygamberimize Allahü teâlâ Kur’ân-ı kerîmde emir buyurdu. O ibâdet, gece namazı kılmaktır. Bunu sakın ihmâl etme. Cenâb-ı Hak gece namazı kılanlara târif edilmez ihsân ve nîmetlerini vâd ediyor.

Sabah namazını kıldıktan sonra seccadeni toplayıp hemen kalkma. Allahü teâlânın zikri ile meşgûl ol. Güneş doğuncaya kadar buna devâm et. Bundan sonra günün bir parçasını insanlardan uzlet, ayrılık üzere geçirmeyi kendine vazîfe bil. İnsanlarla olmakta büyük belâ ve fitneler olduğu gibi, uzlette de birçok hayır ve bereketler vardır. Fakat uzlete çekilince şartlarına ve edeplerine dikkat gerekir. Yapılanlar, Ehl-i sünnet vel-cemâat âlimlerinin fıkıh ve ilmihâl kitaplarında bildirdiklerine uygun olmalıdır. Bunu, nefsin ve şeytanın müdâhalesi ile kirletmemelidir.

Son vasiyetim ise Şudur: Dostlara hizmeti canİna minnet bil. Çünkü hizmet, peygamberlerin sünnetidir. Hizmet et, fakat kendine hizmet ettirme. Çünkü Peygamber efendimiz; “Bir kavmin, toplulu?un efendisi, o toplulu?a hizmet edendir.” buyurmuŞtur. Yine; “Müminlere hizmet edenlere hesab yoktur, azâb da yoktur.” buyurdular.

Bu vasiyetlerimi yerine getir. Muvaffakiyet, Allahü teâlâdandır. Yâ Rabbî! Bize hizmetinin edeplerini, evliyâna, dostlarına ve takvâ sâhiplerine hizmet etmenin edeplerini öğret. Bizi bunlar ile rızıklandır. Yâ Erhamerrâhimîn!..”

Kendisinden başka Muhammed ve Hasan isminde iki erkek kardeşi ve Meykûr ve Hadîce isminde iki kız kardeşi olan Ebû İshâk Kâzerûnî hazretleri, ömrünü İslâm dînini öğrenmek, öğretmek ve yaymakla geçirdikten sonra, 1034 (H.426) senesinde Zilkâde ayında Kâzerûn’da vefât etti. Kabr-i şerîfi Kâzerûn’dadır. Hint ve Çin denizi gemicileri Ebû İshak Kâzerûnî’nin kabrini özellikle ziyâret edip, onu vesîle ederek duâ ederler ve türbesine komşu fakirler için adaklarda bulunurlardı. Bugün de sevenleri tarafından ziyâret edilmektedir.

Şeyh Ebû İshâk Kâzerûnî, her sene kâfirlerle cihâd için ordu gönderirdi. Vefâtından sonra Kâzerûn halkı şeyhin yolunu tuttu ve nevbet çalarak her sene gazâya asker gönderdi. Yine bir sene ordu düzenleyip kâfir şehirlerinden birine gönderdiler. Bağdât halîfesi de ordu düzenleyip göndermişti. İki ordu yolda karşılaşıp birleştiler. Kâfir şehirlerinden birini muhâsara ettiler. Kale surları muhkem olduğundan bir şey yapamadılar. Üstelik müslümanlar ne yaparsa kâfirler de aynı şekilde karşılık veriyorlardı. Meselâ, mancınık atışı yapsalar mancınıkla cevap veriyorlar, toplu hücûm edince topluca karşı koyuyorlar, hiç açık vermiyorlardı. Halîfe bu durumdan üzüntüye ve ümitsizliğe düştü. Geri dönmek istedi. Hatîb ve Kâzerûnlular ile meşveret etti. Hatîb:

“Ne yapmak lâzım geldiğini, bu gece hocam Kâzerûnî’nin rûhâniyetinden sorar öğrenirim. Ertesi günü ona göre davranırız.” dedi.

Hatîb o gece ibâdetle meşgûl oldu ve gönlüne Kâzerûnî’nin rûhâniyeti, ne yapmak lâzım geldiğini bâtınî yoldan öğretti. Ertesi gün Hatîb, halîfeye giderek, çâreyi söyledi. Buna göre; herkes önüne bir kab alacak ve gürültü yapacak, ses çıkaracaktı. Ateş yakılmayacak, yüksek sesle konuşulmayacak, silâhlar yanlarında bulunacak, Kâzerûnlular davul ve def gibi şeylerle ses çıkarınca diğerleri de ses çıkaracak, onlar susunca onlar da susacak ve hep birden hücûm edilecekti. Akşam, kararlaştırıldığı gibi, konuşulmadı ve ateş yakılmadı. Seher vaktinde Kâzerûnlular ses çıkarmaya, davul, def gibi şeyleri çalmaya başladılar. Diğerleri de aynı şekilde davranınca, gök gürültüsü gibi bir ses çıkmaya başladı. Sanki kıyâmet kopmuş, dağlar büyük gürültülerle şehrin üzerine düşmüştü. Kâfirler bu sesten şaşırmışlar, ne yapacaklarını bilmez bir hâle gelmişlerdi. Sonra hücûm eden ordu şehri fethetti. Malları, mülkleri, silâhları müslümanların eline geçti. Ganîmetler taksim edildi. Müslümanlar kalenin fethine çok sevindiler. Müjde nevbeti çalarak şehirlerine geri döndüler.

Bundan sonra Kâzerûnlular gazâya gittiklerinde ve düşman kale ve şehrine ulaştıklarında “kudûm nevbeti”, düşman safları ile karşılaşıp savaştıklarında “sügrâ nevbeti”, kafirleri hezîmete uğrattıklarında ise “müjde nevbeti” çalarlardı. İşte bu üç nevbet o zamandan kalmadır.

Ebû İshâk Kâzerûnî şöyle duâ ederdi: “Allah’ım! Bu toprakları zikrinle, velî ve sâlih kullarınla kıyâmete kadar mâmûr kıl, rızkımızı helâlden ve ummadığımız yerden günlük olarak ver.

Allah’ım! PeygamberinMuhammed aleyhisselâm hürmetine bizleri senin uğrunda birbirini seven, sayan ve ziyâret eden kullarından eyle!” (Âmîn).

 

KERÂMET VE MENKÎBELERİ

MİSÂFİRE İKRÂM

Yahûdînin biri gelip kendisine misâfir oldu. Yahûdî, mescidde bir sütunun arkasına oturup kendini gizliyordu. Ebû İshak hazretleri her gün ona yemek gönderiyordu. Bir müddet sonra yahûdî gitmek için müsâade istedi. Ona; “Ey yahûdî! Niçin buradan gitmek istiyorsun, yoksa yerinden memnun değil misin?” dedi. Yahûdî mahcûb oldu ve; “Mâdem benim yahûdî olduğumu biliyordun. Niçin bana bu kadar çok ikrâmda bulundun?” dedi. Bu suâle; “Gayr-i müslim de olsa misâfire ikrâm edilir.” cevâbını verdi. Bunu işiten yahûdî Kelime-i şehâdet getirerek müslüman oldu.

 

YAĞIN SUYA CEVABI

Derin ilim, güzel ahlâk ve yüksek mânevî dereceler sâhibi olan Ebû İshak Kâzerûnî hazretleri birçok kerâmetler gösterdi. Bir gün talebeleri ve sevenleriyle sohbet ediyorlardı. Bu sohbette âlim biri vardı. Kâzerûnî hazretleri pekçok şey anlattı, vâz ve nasîhatte bulundu. Sohbet bittikten sonra ayrılacakları sırada âlim zât Ebû İshâk hazretlerinin ellerine, ayaklarına kapandı. Ebû İshâk hazretleri adama sordu: “Sana ne oldu da böyle hareket etmek ihtiyâcını duydun?” Âlim anlattı: “Siz mecliste konuşurken benim içimden şöyle bir fikir geçti:

Benim ilmim onunkinden ziyâdedir, buna rağmen ben rızkımı çalışıp çabalayarak kazanıyorum, bir lokmayı zahmet ile elde ediyorum. Bu ise bunca nüfûz ve îtibâra sâhip, elinden hadsiz hesapsız mal geçmektedir. Acabâ bundaki hikmet nedir, diye düşünüyordum. Tam ben böyle düşünüyorken, siz yağ kandiline bakıp şöyle bir îzâhatta bulundunuz.

Kandildeki su ile yağ birbiriyle öğünme yarışına girerler. (Bilindiği gibi su ile yağ birbiriyle karışmazlar, yağ hafif olduğundan suyun üstünde durur.) Su yağa der ki: “Ben senden daha aziz ve daha fazîletliyim. Senin ve bütün canlıların hayâtı benim sâyemdedir. Hâl böyleyken sen niçin benim üzerimde bulunuyorsun?” Yağ, suya şu cevâbı verir: “Çünkü ben çok eziyet çektim. Beni kırdılar, hasad ettiler, dövdüler, saçtılar, cenderelerde sıktılar.

Sen böylesine meşakkatlere mâruz kalmış değilsin. Bütün bu saydıklarım yetişmemiş gibi bir de yanıyor ve etrâfı aydınlatıyorum. Sen ise istediğin yerlerde akıp duruyorsun. Üzerine bir şey atacak olsalar feryâdı basıyor ve ortalığı karıştırıyorsun. İşte bundan dolayıdır ki tepene çıkıp oturuyorum.” Bunu dinleyince kalblerden geçenleri bilen bir zât olduğunuzu anladım.”

ŞEHRİN SURLARI

Bir grup müslüman Kâzerûnî hazretlerinin ziyâretine gelip; “Efendim! Emir buyursanız da şu şehrin etrâfını sur ile çevirseler. Böylece şehir, emniyet ve himaye altına alınır.” dediler. Kâzerûnî hazretleri cevâben; “Bu şehrin surları vardır. Fakat görünmez. Öyle sağlamdır ki, âfet, belâ ve musîbet bu şehre zarar vermez. Ahâli de himâyededir.” buyurdu. Ziyâretçiler bir şey anlamayıp dönüp gittiler. Kâzerûnî’nin kerâmeti vefâtından tam yetmiş iki sene sonra zuhûr etti. On iki bin kadar müşrik, kâfir, şehri ele geçirmek için Kâzerûn’a yöneldiler. Yaklaştıklarında düşmanlar gözlerini açıp, şehre bakmaya bile güç yetiremeyip büyük bir kargaşalığa düştüler. İçlerine korku düşüp, âdetâ hezîmete uğramış bir ordu gibi şaşırmış halde geri çekildiler. Allahü teâlâ, Kâzerûnî’nin (rahmetullahi aleyh) hürmetine şehri muhâfaza buyurdu.

KAYNAKLAR

1) Tezkiretü’l-Evliyâ; c.2, s.244

2) El-Firdevsü’l-Mürşidiyye fî Esrâr-is-Samediyye (Muhammed bin Osman İstanbul-1943)

3) Bursa’daki İshâkî Zâviyesinin Vakfiyesi (Adnan Erzi, Vakıflar Dergisi, Sayı-2 1974); s.423

4) Nefehâtü’l-Üns; s.297

5) İbn-i Battûtâ; c.2, s.89 (Pâris baskısı)

6) İslâm Târihi Ansiklopedisi; c.7, s.33

İlk yorum yapan olun

Bir yanıt bırakın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.


*