Medine döneminde nazil olmuştur. 286 ayetiyle Kur’an-ı Kerim’in en uzun suresidir. İsmini 67-73 ayetlerindeki sureden almıştır. “bakara (sığır)” Surede İslam hukukunun temel konularına ilişkin pek çok hüküm yer almaktadır.
Bakara Suresi 56. ayetinin yazımı
Sonra şükredesiniz diye sizi ölümünüzün ardından dirilttik.
Bakara Suresi 56. Ayet Anlamı
Sonra şükredesiniz diye sizi ölümünüzün ardından dirilttik.
Bakara Suresi 56. Ayet Tefsiri
Hz. Musa, hem Tevrat’ta hem de Kur’an’da en çok yer verilen peygamberdir. Adı Kur’an’da 136 kez geçer. Tevrat’ın beş kitabından dördü (Çıkış, Levililer, Sayılar, Tesniye) kendisinden ve yaşadıklarından bahseder. Tevrat’a göre Hz. Musa, Yakup’un oğullarından Levi’nin soyundan geliyordu. Babası Amram (İmran), annesi ise Yokebed’di (Çıkış, 6/18-20). Tevrat’ta yer alan bilgilerle büyük ölçüde örtüşen İslami kaynaklardaki bilgilere göre, Mısır Firavunu Hz. Musa’nın doğduğu yıl, yüzyıllardır o ülkede yaşayan ve sosyo-ekonomik durumu kötüleşen İsrailoğullarından birinin tahtını kendisinden alacağını gösteren bir rüya görmüş; bunun üzerine erkek çocukları için ölüm fermanı çıkarmıştır.
Musa’yı bu katı katliamdan kurtarmak için annesi, Allah’ın emrine uyarak onu Nil Nehri’ne bıraktı (üç aylıkken, üstü harç ve ziftle kaplı bir sepet içinde; Çıkış, 2/2-3) ve kız kardeşine gelişmeleri uzaktan izlemesini söyledi. Sonunda Firavun’un ailesi bebeği buldu ve onu Firavun’un karısı Asiye’ye getirdi. Kocasını, çocuğu öldürmemeye ve yanında tutmaya ikna eden Asiye, ona bir sütanne aradı; ancak çocuk hiçbir kadının memesini emmedi.
Durumu öğrenen kız kardeşi, onlara annesini tavsiye etti (Tevrat’a göre Hz. Musa’yı nehirde bulup emzirmesi için annesine veren Firavun’un kızıydı; bk. Çıkış, 2/5). Böylece annesi tarafından evinde emzirilen Hz. Musa, tekrar Firavun ailesine teslim edildi; okuma-yazma da dahil olmak üzere çok iyi bir eğitim aldı. Ergenlik çağına geldiğinde Allah tarafından kendisine “hüküm ve bilgi” verildi (ayrıntılı bilgi için bk. Kasas 28/7 vd.; ayrıca bkz. Çıkış, 2/2-10).
Musa, İsrailoğullarından birinin bir Mısırlı ile dövüştüğünü görünce, yardım isteyen İsrailoğullarından birisini Mısırlıya yumrukla vurarak öldürmüştür. Bu beklenmedik durumda Allah’tan af dilemiş ve Allah da onu affetmiştir (el-Kasas 28/15-16). Ertesi gün olay duyulunca yetkililer Musa’yı öldürmeye karar vermişlerdir. Durumu öğrenen Musa, Medyen’e kaçmıştır. Orada bir kızla tanışmış ve kayınpederinin koyun sürüsünü sekiz (veya on) yıl gütmüştür. Daha sonra ailesiyle birlikte Mısır’a dönmek üzere yola çıkmıştır. Yolda, Tur Dağı yakınlarında bir ateşe yaklaştığında, yakındaki bir ağaçtan “Ey Musa! Ben âlemlerin Rabbi Allah’ım!” diye bir ses duymuş ve bu sözlerle başlayan ilk vahiy gelmiştir (çünkü Allah bu ve diğer vesilelerle ona doğrudan hitap etmiştir, Hz. Musa’ya “Allah’ın kelamı” denmiştir). Bu arada Allah tarafından kendisine iki mucize daha verilmiş, asasının yılana dönüşmesi, elinin kar gibi bembeyaz olması üzerine, Firavun’a gidip kavmini onun zulmünden kurtarmakla görevlendirilmişti; isteği üzerine, kendisinden daha fasih konuşan ağabeyi Harun’u da yanına alması uygun görülmüştü.
Hz. Musa ailesini tekrar Medyen’e gönderip Mısır’a gitti, Harun’u da yanına alarak Firavun’un huzuruna çıktı. Firavun ona Allah’ın elçisi olduğunu bildirdi ve İsrailoğullarının kendisiyle birlikte Mısır’dan çıkmalarına izin vermesini istedi. Ancak mucizeler göstermesine rağmen Firavun’u ikna edemedi; bu arada Firavun’un ve Mısır halkının başına gelen büyük felaketler Firavunu ikna etmeye yetmedi. Herhangi bir felaket yaşandığında Hz. Musa’ya eğer Allah’a dua eder ve onları felaketten kurtarırsa isteğini yerine getireceğine dair söz verdi, ancak felaket geçince sözünden döndü (ayrıntılı bilgi için bkz. A’raf 7/103-138). Nihayet Allah’ın emri gereği bir gece Hz. Musa İsrailoğullarını da yanına alarak gizlice Sina’ya geçmek üzere Kızıldeniz’e doğru yola çıktı; Firavun sabahleyin durumu öğrenince kuvvetlerini toplayıp peşlerine düştü. Bir mucize sonucu deniz yarılıp Hz. Musa ve kavmi karşı tarafa geçtiler. Aynı yoldan denizi geçmeye çalışan Firavun ve arkadaşları ise boğularak ölmüşlerdir.
Halkıyla birlikte Sina’ya ulaşan Musa, Harun’u onlara emanet bırakarak ilahi vahiy almak üzere Tur’a gitti ve orada kırk gece kaldı. Bu arada halkı, Harun’un uyarılarına rağmen, Samiri adlı bir kuyumcunun yaptığı altın buzağı heykeline tapmaya başladı. Geri döndüğünde durumu öğrenince son derece üzülen ve öfkelenen Musa, günahlarından tövbe etmek üzere halkından seçtiği yetmiş kişiyle birlikte Turisinah’a geri döndü.
Hz. Musa, İsrailoğullarını Allah’ın onlar için takdir ettiği mukaddes topraklara götürmek istemiştir. Ancak kavmi bu isteğini reddettiği için vaat edilmiş topraklar onlara kırk yıl yasaklanmış ve bu süre zarfında Hz. Musa ile birlikte çölde dolaşmışlardır (Maide 5/21-26). Tevrat’taki bilgilere göre Hz. Harun, kırk yıllık çöl hayatının sonlarına doğru 123 yaşında Hor Dağı’nda vefat etmiş; daha sonra vaat edilmiş topraklara yaklaştıklarında Hz. Musa da 120 yaşında vefat etmiş; Moab diyarında Beyt-Peor’un karşısındaki vadiye gömülmüştür (Tesniye 32/50; 34/6-7).
Yukarıda zikredilen Bakara Suresi’nin Hz. Musa’nın Kızıldeniz’i geçişiyle başlayan hayatından bir kesit içermekte ve İsrailoğullarının tarihi hakkında detaylı bilgi içeren A’raf Suresi’nin yirmi iki ayetinin (141-162) tam bir özetidir. Ancak burada A’raf Suresi’nde yer alan bilgilere ek olarak bazı ek bilgiler daha bulunmaktadır. Şöyle ki: 52. ayette İsrailoğullarının altın buzağıyı tanrı edindikten sonra Allah tarafından affedildikleri; 55. ayette yine sapıklığa düşüp Allah’ı apaçık görmedikçe Musa’ya inanmayacaklarını açıkladıkları ve bunun üzerine üzerlerine yıldırım düşerek yere yıkıldıkları; 56. ayette ise ölülerin diriltilmesine benzer bir şekilde akıllarının başlarına geldiği ifade edilmektedir (bu olayın detaylı açıklaması için ayrıca bkz. A’raf 7/141-162).
Yukarıda özetle belirtildiği gibi Hz. Musa, asırlar boyunca Firavunlar tarafından esir ve sürgün edilmiş olan İsrailoğullarını kurtarmak için Mısır’a gitmek istemiştir; ancak uzun tartışmalara ve mücadelelere rağmen Firavunu ikna edemeyince halkıyla birlikte Mısır’dan kaçmış; İsrailoğulları mucizevi bir şekilde ikiye ayrılıp kendilerine yol açan Kızıldeniz’den geçerken, onları takip eden Firavun ve kuvvetleri denizin eski haline dönmesiyle boğulmuşlardır. İsrailoğullarını böylece Sina’ya götüren Hz. Musa, Allah’ın emrine uyarak şeriat hükümlerini öğrenmek ve Tevrat levhalarını almak üzere Tur’a gitmiş ve orada kırk gün kalmıştır. Bu arada Hz. Harun’un muhalefetine rağmen İsrailoğulları Samiri adlı bir kuyumcunun yaptığı altın buzağı heykeline tapmaya başlamışlardır. 54. ayette buzağıya tapma fiili, İsrailoğullarının kendilerine yaptıkları bir haksızlık olarak değerlendirilmektedir.
Zulüm kelimesi sözlükte “bir şeyi olması gereken halinden çıkarmak, haksızlık, zorbalık, adaletsizlik, kötülük” anlamlarına gelmekte olup, genel olarak “dinî ve ahlâkî kurallarda konulmuş sınırları aşan; adalet, hakkaniyet ve eşitlik ilkelerine aykırı davranışlar” anlamında kullanılmaktadır. Ayrıca hukuk ve ahlak dilinde “haktan batıla sapma, bir başkasının malına rızası hilafına tasarrufta bulunma, haddi aşma” gibi tanımlamaların çok genel bir ifadeyle yapıldığı görülmektedir. Kur’an-ı Kerim’de pek çok ayette çeşitli isim ve fiil kalıplarıyla geçen zulüm kelimesi, biri inançla ilgili, diğeri ahlâk alanıyla ilgili olmak üzere iki ayrı bağlamda kullanılmaktadır.
Birinci kullanıma göre zulüm kelimesi genel olarak şirk, inkâr, günahkârlık (fısk, fücur), inanç ve amel yönünden Allah’ın koyduğu kural ve sınırları çiğneyip aşma (taaddî, israf) gibi kavramlara yakın bir anlam ifade etmektedir. Buna göre; “Şirk, büyük bir zulümdür” (Lokman 31/13); “Kâfirler zalimlerin ta kendileridir” (Bakara 2/254); “Kim Allah’ın koyduğu kuralları çiğnerse, işte onlar zalimlerin ta kendileridir” (Bakara 2/229; el-A’raf 7/19; et-Talak 65/1) buyrulmaktadır.
Kur’an’daki ahlâkî bağlamdaki kullanımına göre zulüm kelimesi, hak, hürriyet, eşitlik gibi konularda “haddi aşmak, başkalarının haklarına tecavüz etmek, başkalarına zarar vermek” anlamını ifade eder. Bu tanıma göre zulüm, “haksızlık ve haksızlık” anlamına gelir ve her şeyden önce Allah için imkânsız bir durumdur. Çünkü “Allah kullarına asla zulmetmez” (Âl-i İmrân 3/182; Enfâl 8/51; Hac 22/10). Hiç kimse O’ndan “kıl payı kadar haksızlığa” uğramaz (Nisâ 4/49). Dolayısıyla bu anlamdaki zulüm, dinî sorumluluk taşıyan akıl sahiplerine özgü bir tavırdır ve Allah tarafından kesinlikle yasaklanmıştır.
Ayrıca, kişi kim olursa olsun veya ne tür bir kötülük işlemiş olursa olsun, Kur’an-ı Kerim’e göre o, bu kötülüğü öncelikle kendi nefsine karşı işlemiş olur (Bu konuyla ilgili ayetler için bkz. MF Abdülbâk, Mu’cem, “zlm” makalesi; hadisler için bkz. Wensinck, Mu’cem, “zlm” makalesi). Nitekim ele aldığımız bölümün 54. ayetinde İsrailoğullarına, “Siz buzağıyı (tanrı) edinmekle kendinize zulmettiniz” denmektedir. Çünkü onlar, altın buzağıya taparak Allah’ın iman ve amel sınırlarını aşmış ve böylece bir kuralı çiğnemişlerdi.
A’raf Suresi’ndeki bilgilere göre, Sina Dağı’ndan dönen Hz. Musa’nın bu ağır suçtan dolayı çok sert tepki göstermesinin ardından, Yüce Allah onlara şükretme (aklını başına toplayıp kendini geliştirme) fırsatı vermek için onları affetmiş; bu arada Hz. Musa onlardan tövbe etmelerini ve altın buzağıya tapmaları ve Allah’a şirk koşmaları nedeniyle Yaratıcılarından af dilemelerini istemiş ve “Kendinizi öldürün” demiştir. Bu son ifadenin ne anlama geldiğine dair kesin bir bilgi yoktur. Müfessirlerin çoğunluğu bu ifadeyi “Birbirinizi öldürün” şeklinde anlamışlardır. Ancak bunu destekleyen hiçbir delil Kur’an’da veya sahih hadislerde yoktur.
Buna karşılık Tevrat’ın Çıkış bölümünde (32/27-28), buzağıya tapanlara cezalarını çekmek için kılıçlarını alıp birbirlerini öldürmelerini emreden Allah’ın, böylece insanların baba oğul birbirleriyle savaştığı ve bunun sonucunda 3.000 kişinin öldürüldüğü belirtilmektedir. Bu ifade, peygamberlerini dinlememeyi alışkanlık haline getirmiş olan İsrailoğullarının, iç savaşa ve kan dökülmesine yol açan bir toplumsal çatışmanın içine düştüklerini ve iç barışı ancak Hz. Musa’nın çabalarıyla sağladıklarını göstermektedir.
M. Reşid Rıza, makbul (nasûh) bir tövbenin, kötülükleri terk etmek, pişmanlık ve özür dilemek, ibadet ve salih amellere yönelmekle elde edilebileceğini, bunun genellikle insan ruhu için çok zor olduğunu belirterek, (I, 320) ayetinde nefsi öldürmekten böyle bir tövbenin kastedilmiş olabileceğini düşünmektedir. Sûfîler, “Nefsinizi öldürün” emrini, ahlâkî arınma anlamında, “Kötü duygularınızı ve bencil arzularınızı giderin” şeklinde yorumlamışlardır.
Bir yanıt bırakın