Bakara Suresi 61 Ayet Tefsiri Meali ve Arapça Yazılışı

Yeni Haber Merkezi

Medine döneminde nazil olmuştur. 286 ayetiyle Kur’an-ı Kerim’in en uzun suresidir. İsmini 67-73 ayetlerindeki sureden almıştır. “bakara (sığır)” Surede İslam hukukunun temel konularına ilişkin pek çok hüküm yer almaktadır.

Bakara Suresi 61. ayetinin yazımı

Ve Musa kavmi için su istediğinde, “Asanı taşa vur” dedik. Sonra ondan on iki pınar fışkırdı. Her kavim içme yerini bildi. Allah’ın rızkından yiyin ve için ve yeryüzünde bozgunculuk yaparak bozgunculuk yapmayın.

Bakara Suresi 61. Ayet Anlamı Anlamı

Ve siz, “Ey Musa! Biz tek bir yemeğe dayanamayız. Rabbine dua et de bize yeryüzünün ürünlerinden, sebzelerinden, kabaklarından, sarımsağından, mercimeğinden ve soğanından versin.” demiştiniz. Musa, “İyiliği kötülükle mi değiştirmek istiyorsunuz? Şehre inin; orada istediğinizi bulacaksınız.” dedi. Onlar aşağılanmaya, yoksulluğa mahkûm edildiler ve Allah’ın gazabına uğradılar. Bu, Allah’ın ayetlerini inkar etmeleri ve peygamberleri haksız yere öldürmeleri yüzündendi ve bütün bunlar, isyan etmeleri ve sınırları aşmaları yüzündendi.

Bakara Suresi 61. Ayet Tefsiri

İsrailoğulları, Hz. İbrahim’in torunları olmalarına ve yüksek bir dinî ve ahlâkî kültür ve geleneğe sahip olmalarına rağmen, asırlarca Mısır’da kalmaları nedeniyle o yerin putperest kültürü tarafından yozlaştırılmış; orada ikinci sınıf vatandaş muamelesi görmeleri nedeniyle, günlük konforlarının ötesinde hiçbir amaçları olmayan ve inanç, özgürlük ve bağımsızlık gibi yüksek değerler uğruna zorluklara katlanmayı göze alamayacak kadar alçalmış, hatta korkaklaşmış bir toplum haline gelmişlerdi. Nitekim Hz. Musa, “Allah içinizden peygamberler çıkardı, sizi hükümdarlar kıldı ve âlemlerde hiçbir kimseye vermediğini size verdi” sözleriyle onlara millî değerlerini hatırlattığı ve kendilerine yurt edinilen mukaddes topraklara sırt çevirmeden ilerlemelerini emrettiği halde, orada güçlü bir millet olduğunu belirtip, “Ey Musa! Onlar orada bulunduğu sürece biz oraya asla girmeyeceğiz. Sen ve Rabbin gidin savaşın; biz burada yaşayacağız” diyorlardı (bkz. Maide 5/20-24). Ancak, eski vatanlarına, kutsal topraklara geri dönmeleri ve bağımsız ve onurlu bir topluluk olarak yaşamaları ve böyle bir onura layık olmaları için, her şeyden önce Allah’a ve O’nun Elçisine ve rehberleri ve kurtarıcıları Hz. Musa’ya tam bir sadakatle inanmaları ve bağlı olmaları, öğretilerini benimsemeleri ve sindirmeleri ve hedeflerine ulaşma yolunda maddi zorluklara katlanmaları gerekiyordu. Ancak, Mısır’da yaşadıkları sıradan hayatı hala özlüyorlardı, sadece bir öğünle yetinemeyeceklerini söylediler ve Musa’dan çeşitli sebzeler istediler. Ancak, Musa’nın önlerine koyduğu ideale göre, bunlar son derece sıradan isteklerdi; ve çölde çok çeşitli yiyecekleri olmasa da, yedikleri manna ve bıldırcın ve kayadan fışkıran on iki çeşme, sıradan yiyecek ve içecekler değildi, Tanrı tarafından özel olarak armağan edilmişti ve bu nedenle özel bir öneme sahipti – ve belki de yüksek bir besin değerine sahipti. Bu nedenle Musa, onları suçlayarak, “Daha iyisini daha kötüsüyle mi değiştirmek istiyorsunuz?” dedi.

Ayette İsrailoğullarının aşağılanma ve acizlikle damgalanmalarına ve Allah’ın gazabına uğramalarına sebep olarak gösterilen suçların bir kısmı Hz. Musa’dan birkaç nesil sonra onlar tarafından işlenmiştir. Ancak onların çölde yemeğe tahammül etmemeleri, geçmişte peygamberlerin yanlış yaptıklarını bilmelerine rağmen onlara karşı düşmanca duygular beslemeleri ve bir kısmını öldürmeleri, isyan etmeleri ve Allah’ın koyduğu sınırları aşmaları gibi Allah’ın ayetlerini inkar etmeleri, ele aldığımız ayetin nazil olmasından önceki dönemlerde de gerçekleştiğinden, burada çöldeki kaba taleplerinin yanı sıra sonraki suçlarına da dikkat çekilmiş, böylece Hz. Peygamber zamanındaki hem Müslümanlara hem de Yahudilere; bir bakıma atalarının işledikleri bu eski suçları tekrarlamamaları, basit dünya menfaatleri uğruna Hz. Musa’ya karşı zulüm yapmamaları, böylece intihar etmemeleri hatırlatılmıştır. Muhammed’e karşı düşmanlık beslemekten ve ona indirilen ayetleri inkar etmekten uzak durmaları isteniyor.

Nebi (çoğulu enbiyâ), Allah ile kulları arasında elçilik yapan ve emir ve yasaklarını kullarına bildiren seçkin kullar için kullanılan dinî bir terimdir. Türkçede nebi ve resul kelimeleri genellikle Farsça peygamber kelimesiyle ifade edilir ve “haber alan, haber getirip taşıyan” anlamına gelir. İslam âlimleri nebi kelimesinin kökü ve anlamı konusunda iki farklı görüş ortaya koymuşlardır. a) Bir görüşe göre nebi, Arapça nebve veya nebâve kelimesinden türemiştir ve “yüce, yüce, şerefli” anlamına gelir. Zira peygamberin ulaştığı peygamberlik makamı, kaynağı ve sonuçları bakımından büyüklük ve yüceliği ifade ettiği gibi; peygamberliğin temelini oluşturan vahiy ve bunun sonucu olan bilgi ve haberlerin diğer bilgilerden özel bir değeri ve üstünlüğü bulunduğundan, bu bilgileri getiren olağanüstü yeteneklerle donatılmış kişiye nebi denir. b) İkinci görüşe göre ise nebi kelimesi Arapçada “haber” anlamına gelen nâbe’ kelimesinden türemiş olup, peygambere Allah’tan gelen bilgi ve haberleri insanlara tebliğ ettiği için bu isim verilmiştir.

Bu görüş ayrılığı sadece kelimenin köküyle ilgilidir ve nebi teriminin tanımı konusunda ciddi bir anlaşmazlık olduğu anlamına gelmez. Aslında hemen hemen bütün İslam alimleri nebi kelimesinin “Allah’ın insanlar arasından seçip sıradan insanlardan farklı bazı üstün yeteneklerle donattığı ve ilahi mesajları bir kavme, bir millete veya bütün insanlığa iletmekle görevlendirdiği kişi” anlamına geldiğini belirtmektedir. Ayrıca nebi ve resul kelimelerinin aynı veya farklı anlamlara gelip gelmediği konusunda farklı görüşler ortaya atılmıştır (bu konuda bilgi için bkz. A’raf 7/157).

Bütün İslam âlimleri, peygamberliğin çalışmakla elde edilemeyecek, ilahi bir lütuf (vehbî) olduğunu kabul ederler. Bazı âlimler, “Allah, hikmeti dilediğine verir.” (Bakara 2/269) âyetindeki “hikmet” kelimesini vahiy olarak açıklamışlar ve bu âyeti, peygamberliğin vehbî (Allah tarafından verilmiş) olduğuna delil göstermişlerdir. İbrahim sûresinin 11. âyeti de bu anlamda tefsir edilmiştir. Ayrıca peygamber gönderilmesinin birçok âyette “Biz (Nuh, İbrahim, Musa, seni…) elçi olarak gönderdik” şeklinde zikredilmesi de peygamberliğin vehbî olduğunu göstermektedir.

İslam’da, “imanın esasları” veya “imanın şartları” olarak adlandırılan altı iman esasından biri peygamberlere inanmaktır. Bazı âlimler bu altı esası “usûl-i selâse” (üç temel iman esası) başlığı altında üçe indirmişler ve bunları teoloji, peygamberlik ve ahiret olarak sıralamışlardır; sonuç olarak, Allah’a inansa bile peygamberliği inkar eden bir kimsenin dinden çıktığı konusunda görüş birliği içinde olmuşlardır.

İslam âlimleri peygamberlerin diğer insanlardan farklı ve seçkin kılan beş temel özelliğinin bulunduğunu belirtmektedirler. Bunlar sıdk (doğruluk ve dürüstlük), emanet (güvenilirlik), ismet (günahsızlık), fetânet (akıllı ve kuvvetli bir akıl yeteneğine sahip olmak), tebliğ (ilahi mesajı eksiksiz iletmek ve duyurmak) olarak tespit edilmiştir. Buna göre peygamberler, genel davranışlarında olduğu gibi, Allah’tan aldıkları bilgileri insanlara iletirken de daima hakkı ve gerçekliği tebliğ etmişlerdir; güvenilir insanlardır. Günah işlemezler; nadiren yaptıkları “zelle” adı verilen küçük hataları Allah tarafından vahiy yoluyla düzeltilir. Akıllı ve kuvvetli bir akıl yeteneğine sahip oldukları için ilahi öğretiyi en iyi ve en doğru şekilde kavramışlar ve bunu toplumlarına anlatmışlardır. Temel görevleri tebliğdir; yani Allah’tan vahiy yoluyla aldıkları bilgileri, belirlenen ölçüler içinde eksiksiz bir şekilde toplumlarına iletmişlerdir. Ancak her konuda olduğu gibi peygamberler konusunda da orta ve akılcı yolu gözeten İslam, Hıristiyanlığın Hz. İsa için yaptığı gibi onları uluhiyet mertebesine çıkarmamış, onları Allah’ın seçilmiş elçileri ve kulları olarak kabul etmiştir (mesela bk. El-Mâide 5/72-73, 75; Tevbe 9/30). Kur’an-ı Kerim’in çeşitli ayetlerinde belirtildiği üzere peygamberler, öncelikle tebliğ ettikleri ilâhî hakikatlere inanmışlar ve dinî, ahlâkî ve hukukî hükümleri kendi hayatlarına da en titiz şekilde uygulamışlardır. Tebliğ görevleriyle ve peygamberlik özellikleriyle ilgisi olmayan yeme-içme, evlenme, mal edinme, hastalanma, ölme gibi beşeri durumlar bakımından diğer insanlardan bir farkları olmayıp olağanüstü bir özelliğe de sahip değillerdir; onlara bu tür özelliklerin yakıştırılması caiz değildir (mesela bk. Âl-i İmrân 3/144; Ra’d 13/38; Furkan 25/20).

Kur’an-ı Kerim’in pek çok ayetinde işaret edildiği üzere, insanlar peygamberlerin öğreti ve rehberliğinden uzaklaştıkça batıl inançlara sapmışlar; çeşitli ahlaki noksanlıklara uğramışlar; mal, makam, şehvet ve şöhret gibi ihtiraslarını tatmin etmek için haksızlık, zulüm ve şiddete başvurmuşlar, fitne ve fesat çıkarmışlar; birbirlerine en büyük kötülükleri yapmışlar; güçlüler zayıfları ezmişler; ancak Allah, engin rahmetinin bir sonucu olarak çeşitli dönemlerde peygamberler göndererek insanlığı bu tür krizlerden kurtarmış, onlara dünya ve ahirette mutlu olmanın yollarını göstermiş ve en sonunda bu şerefli görevi Hz. Muhammed’e yüklemiştir.

Çağımızda, özellikle Batı dünyasında -Hristiyanlıktaki boşlukların da etkisiyle- peygambersiz bir tanrıya inançla (deizm) başlayan peygamberlik yolundan sapma, pozitivizm ve Marksizmle giderek tam bir dinsizlik ve tanrısızlığa inanca dönüşmüş; bunun sonucunda yukarıda belirtilen olumsuz gelişmeler yeniden su yüzüne çıkmış; çağın teknik, ekonomik, iletişim vb. imkânlarından da güç alan bu olumsuz gelişme, insanlığın temel değerlerini, dünya ve ahiret mutluluğunu, hatta doğrudan doğruya insanlığın varlığını ortadan kaldıracak noktaya varan bir tehlike haline gelmiştir. Bütün bunlar peygamberlik kurumunun insanlık için ne kadar önemli ve vazgeçilmez olduğunu göstermektedir. Oysa eski çağlarda ilahi kitaplar kaybolduğu veya tahrif edildiği için yeni bir kutsal kitaba ve dolayısıyla yeni bir peygambere ihtiyaç duyulurken, Hz. Muhammed’den sonra böyle bir durum söz konusu olmamış, Kur’an-ı Kerim de Allah’tan geldiği şekliyle olduğu için yeni bir peygambere ihtiyaç duyulmamıştır. Bu sebeple Kur’an son kitap, Hz. Muhammed de son peygamberdir. Nitekim Kur’an’da kendisinden “peygamberlerin sonuncusu” (Ahzab 33/40) olarak bahsedilmektedir.

Kur’an’a göre ilk insan (Hz. Adem) aynı zamanda ilk peygamberdir. Kendisinden sonra kaç peygamber geldiğine dair bir bilgi yoktur. Kur’an’da isimleri geçen ve haklarında bilgi verilen yirmi sekiz peygamber şunlardır: Adem, İdris, Nuh, Hud, Salih, İbrahim, İsmail, İshak, Lut, Yakup, Yusuf, Eyyub, Zülkifl, Şuayb, Musa, Harun, İlyas, Elyesa, Yunus, Davud, Süleyman, Lokman, Hezekiel, Zülkarneyn, Zekeriya, Yahya, İsa, Muhammed (ancak Lokman, Zülkarneyn ve Hezekiel’in peygamber veya veli olup olmadıkları konusunda ihtilaf vardır).

Kaynak: Kur’an Yolu Tefsiri Cilt: 1 Sayfa: 129-133

İlk yorum yapan olun

Bir yanıt bırakın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.


*